Bu yıl Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışının Yüzüncü Yılını kutluyoruz. Parlamento geleneğimiz en azından 1879 Kanun-u Esasi’si çerçevesinde oluşturulan Meclis-i Umumi’ye kadar gitse de bu süreçteki en önemli miladın 23 Nisan 1920’de, Ankara’da, ülkeyi önce bağımsızlığa, ardından da Cumhuriyete taşıyacak bir Büyük Millet Meclisi’nin açılmasının olduğu açıktır. Bu bakımdan, Muhafazakâr Düşünce dergisinin bu sayısını “milli egemenlik” özelinde parlamentolara ayırmanın hem bir borç hem de iftihar vesilesi olduğunu söylemek istiyoruz.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, az sayıda parlamentoya nasip olan tarihî bir role ve öneme sahiptir. Meclis’in ilk ve belki en önemli özelliği “gazi” sıfatına sahip olmasıdır. Milli Mücadele döneminde iş başında olan Büyük Millet Meclisi, savaş sürecinde ülke yönetimini fiilen elinde tutmuştur. Kurtuluş Savaşının en yoğun günlerinde bile Meclis çalışmalarını sürdürmüştür. Bu durum, o zor şartlara rağmen yapılan her türlü işlemin hukuka dayanması anlayışının en bariz göstergesidir. Üstelik yine savaş şartlarının zorlayıcılığına rağmen bu Meclis’te tüm kararlar demokratik tartışmalar çerçevesinde alınmıştır. Kuşkusuz tarihin her döneminde olduğu gibi, Birinci Meclis’in işbaşında olduğu süreçte de çeşitli iktidar kavgaları yaşanmıştır. Ancak asıl önem taşıyan nokta, Meclis’in varlığının ve karar alma süreçlerindeki etkisinin korunmasıdır.
Mustafa Kemal Paşa da Büyük Millet Meclisi’nin ilk başkanı sıfatıyla hem parlamento faaliyetlerinin içinde olmuş, hem de Milli Mücadelenin askerî boyutunu yönetmiştir. Bu bakımdan, Mustafa Kemal Paşa’nın Meclis’in açılmasıyla başkanlığa seçilmesinin aynı zamanda yeni Türkiye’nin kaderinde en belirleyici isim olacağının da ilk işareti olarak görülebilir. Paşa, bu Meclisin başkanlığının yanı sıra, kuvvetler birliği anlayışına uygun olarak İcra Vekilleri Heyetinin, yani bugünkü anlamda bakanlar Kurulunun da başkanlığını yürütmüştür. Ataürk’ün yanı sıra Milli Mücadelenin lider kadrosunda yer alan çok sayıda komutan, ayrıca dönemin önde gelen düşünce, bilim adamları ve aydınları da bu Meclisin çatısı altında görev yapmıştır.
Meclisimizin bir diğer özelliği, Cumhuriyete geçiş kararının alındığı yer olmasıdır. Savaşın ardından 1923 yılında yapılan seçimlerle Meclis, Cumhuriyet rejimine geçiş kararı almıştır. Bu kararın Birinci Meclis’in 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılmasına ilişkin kararının devamı olduğu açıktır. Kısa bir süre sonra ise muhalefetteki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılarak tek parti dönemine geçilmiştir. Cumhuriyet Halk Partisi’nin tek başına iktidarı elinde tuttuğu sürecin demokratik bir yön taşımadığı açıktır. Ancak İkinci Dünya Savaşından sonra, dış konjoktürün de etkisiyle çok partili hayata geçiş kararının alınmasından sonra Cumhuriyet demokrasiyle buluşmuştur.
Demokrasi tarihimiz açısından en önemli günlerden biri ise Demokrat Parti’nin tek başına iktidara geldiği 14 Mayıs 1950’dir. On yıl süren Demokrat Parti iktidarı, 27 Mayıs 1960’da bir askerî darbeyle son bulmuş, aynı gün bir bakıma Türkiye’nin darbeler tarihi de başlamıştır. Darbeden bir yıl sonra yeniden seçimler yapılsa da bu sürecin Türkiye’ye faturasının ağır olduğu açıktır. 12 Mart 1971 Muhtırası demokrasiye dönüşün ardından yeni bir ara başlatmış, 12 Eylül 1980 darbesi ise uzun sayılabilecek bir kesintiye neden olmuştur. 1983’te yeniden seçimler yapılıp Meclis açılsa da darbe döneminde oluşan vesayet kurumlarının etkisi uzun yıllar boyunca etkisini sürdürmüştür. Nitekim Refah Partisi ve Doğru Yol Partisi kolalisyon hükümeti devam ederken başlayan 28 Şubat Süreci bu durumun en açık tezahürüdür.
Türkiye’de demokrasinin konsolidasyonu ve Meclis’in güçlenmesi açısından 3 Kasım 2002’de başlayan Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının önemli bir eşik olduğu açıktır. Bu dönemde, Meclis’in iradesini kullanmasını engelleyen vesayet kurumları ve mekanizmalarıyla ciddi anlamda mücadele etmiştir. Meclis’e ve milletin bütününe yönelik en ciddi kalkışmanın da yine bu dönemde ortaya çıkması acı bir tesadüftür.
15 Temmuz 2016 akşamı, FETÖ’ye bağlı unsurlar tarafından başlatılan darbe girişiminin hedefindeki unsurlardan biri de Türkiye Büyük Millet Meclisi olmuştur. Darbeciler savaş uçaklarıyla Meclis’i bombalamış, helikopterlerle de Meclis’e destek için sokağa çıkan vatandaşları taramışlardır. Bu saldırılara rağmen dönemin Meclis Başkanı İsmail Kahraman tarafında Meclis açılmış ve tüm partilerin kürsüden darbeye karşı demokrasiyi ve meclis’in üstünlüğünü savunan konuşmalar yapmaları sağlanmıştır. Bu şekilde, birlik ve beraberlik anlayışı tescil edilmiş ve darbe girişimine açıkça karşı çıkılmıştır. Meclis’in uğradığı bu saldırı, ilk olarak Millî Mücadele döneminde elde ettiği “gazi” sıfatının bir kez daha hayat bulması anlamına gelmektedir. Bu bakımdan, Meclisimiz milli egemenliğin somut düzleme yansımasının ve milletin iradesini kullanmasının başlıca aracı durumundadır.
Muhafazakâr Düşünce dergisi olarak, “Milli Egemenlik” sayısında hem milli egemenliğe yönelik kavramsal bir çerçeve sunmak için teorik makalelere hem de Sened-i İttifaktan çok partili dönemde yapılan son seçime kadar, hâkimiyet-i milliye ya da millî egemenlik kavramları eşliğinde Türkiye’nin demokrasi serüvenine yer verdik. Bu bakımdan evrensel gelişmelerin ve kavramların kendi tarihimiz içindeki izdüşümlerini keşfetmenin bunları doğru anlamak ve anlamlandırmak için önemli olduğunu düşünüyoruz.
Hepimiz için gurur kaynağı durumunda olan Meclis’imizin Yüzüncü Yılı için hazırladığımız bu dosyaya Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Sayın Prof. Dr. Mustafa Şentop hocanın bir yazısıyla başlıyoruz. Bilindiği üzere Sayın Şentop, siyasetçi kimliğinin dışında anayasa hukuku ve hukuk tarihi alanlarında çalışmalar yapan saygın bir akademisyen. Dergimizde kendisinin tam da dosya konumuzla bağlantılı olan “Siyasî Hakimiyetin Kaynağı Meselesi ve Osmanlı Telakkisi” yazısına yer verdik. Bu vesileyle daha önce yayımlanmış olan bu yazının Muhafazakar Düşünce içinde yeniden okuyucuyla buluşmasına izin veren Sayın Şentop’a teşekkür ederiz. Prof. Dr. Şentop, bu yazısında, egemenliğin kaynağı meselesini incelerken, kavramın doğduğu ve geliştiği dünyayı tanımanın ve diğer kavramlarla olan ilişkilerini tespit etmenin gerekliliğini ortaya koyuyor. Bu bağlamda, egemenlik kavramının ve buna bağlı tartışmaların, Batı dünyasında, özellikle de Fransız hukuk ve siyaset literatüründe görüldüğünü belirten Şentop, bir olgu olarak egemenliğin ortaya çıkışı ile teorik tartışmaların ayrı çerçevelerde geliştiğini savunuyor. Dolayısıyla yazarın meseleye realist bir perspektifle yaklaştığı ve bunun siyasi ve sosyal hayat pratiğindeki izdüşümlerini, uygulamada ifade ettiği manayı tespit etmeye çalıştığını görülüyor.
Bu sayımızdaki ikinci yazı editörümüz Hamit Emrah Beriş’in kaleminden çıktı. Beriş, “Modern Devletin Hukuk Döngüsü: Egemenlik, Parlamento ve Yasa” başlıklı yazısında, Batı’da parlamentoların ortaya çıkışını ve zaman içinde siyasal yönetimlerin merkezine yerleşmesini konu aldı. Beriş’e göre, İngiliz ve Fransız Devrimleri, egemenlik kavramının, milli egemenlik kavramına eviriliş sürecinde önemli rol oynamıştır. Söz konusu devrimlerin öncesinde devlet, yasa yapma ve bu şekilde toplum üzerinde son sözü söyleme hakkının yalnızca krallara aitken siyasal ve ekonomik alanda yaşanan gelişmeler, mutlak monarşilerin gücünü zayıflattı. Bu süreçte, kral ile güç mücadelesine giren parlamentolar yükselmeye ve belirli konularda düzenleme yapmaya, yani yasa yapma yetkisini bir bakıma kralla paylaşmaya başladılar. Beriş’e göre, parlamento tecrübesi, demokrasinin uygulaması ve egemenlik kavramı bir noktada kesişerek bugünkü ulus-devletin temel siyasal unsurlarını belirledi. Böylece modern devlet formasyonuyla ortaya çıkan yasa yapma tekeli parlamentoların eline geçti. Yazara göre parlamentolar, demokrasinin hayata geçmesini sağlayan temel kurumdur. Yeni modeliyle demokrasi, ulusal egemenliğin halk tarafından seçilen temsilciler aracılığıyla kullanılması anlayışına dayanır. Bu durum, halkın hem yönetici hem de yönetilen durumunda olmasını beraberinde getiriyor.
Egemenliğin milli bir nitelik kazanması ve bu bakımdan demokrasiyle ilişkilenmesi devlet teorisindeki en canlı tartışma alanlarından biridir. Buna karşılık, demokrasi ve temsil arasındaki ilişki de en az bu kadar incelemeye muhtaçtır. Sayımızda bu ilişkinin detaylı bir analizinin yapan bir makaleye de yer verdik. Bu bağlamda temsil ve demokrasi arasındaki ilişkiyi modern siyasetin temel parametreleri çerçevesinde ele alan yazımız Dr. Metin Özkan’a ait. Özkan, “Temsilî Demokrasiden Demokratik Temsile: Pitkin’i Yeniden Düşünmek” başlıklı çalışmasında, modern demokrasinin dayandığı temsil anlayışının tarihsel gelişim süreci içinde izini sürüyor. Bu bakımdan, modern devletteki yöneten-yönetilen kavramının içeriğini Hanna Pitkin’in tezleri bağlamında ele alan Özkan, temsilî demokrasinin barındırdığı sorunlara da kapsamlı ve eleştirel bir şekilde değiniyor. Demokrasi ile temsil kavramlarının farklı tarihsel kökenleri sebebiyle eşzamanlı düşünülemeyeceği iddiasında olan Özkan, bu çerçevede Pitkin’in temsil konusuna bakışını etraflıca inceliyor.
Yine teorik yazılarımızdan bir diğerini Doç. Dr. Armağan Öztürk kaleme aldı. Öztürk’ün çalışması, “Egemenliğin Cumhuriyetçi Yapı Sökümü: Machiavelli, Rousseau ve Ulus Devlet” başlığını taşıyor. Öztürk, yazısında egemenlik kavramının İtalyan düşünür Machiavelli ile başladığını, Rousseau tarafından ise genel irade kavramı çerçevesinde milletle ilişkilendirildiğini savunuyor. Yazara göre her iki düşünürün izlediği yol haritasının bizi götürdüğü yer cumhuriyetçi egemenlik anlayışıdır. Bu iki düşünürün cumhuriyetçi egemenlik kuramlarının sonuca bağlandığı ve birbirine yaklaştığı yer ise sivil milliyetçilik ve modern demokratik ulus devlet nosyonu olmuştur.
Egemenlik denildiği zaman akla ilk gelen düşünürlerden biri Carl Schmitt’tir. Gülay Ercins ve İbrahim Buldur, “Teoloji-Politik Felsefe İlişkisi Kıskacında Egemenlik Kavramının Schmittyen Analizi” makalelerinde Carl Schmitt’in egemenlik teorisine getirmiş getirdiği yeni bakış açısını değerlendiriyorlar. Yazarlara göre Schmitt, egemenlik kavramını soyut anlamından ziyade somut ve pratik düzeyde incelemeye özen göstermiştir ve egemeni “istisna haline karar veren” olarak tanımlamıştır. Egemen irade bu aşkınlığını, gerçek bir politik töze sahip halkın birlikteliğinin, bu halkın politik kararı olan anayasanın ve somut politik düzen olan devletin koruyucusu olmasına borçludur. Bu minvalde Ercins ve Buldur, “egemenlik nedir? sorusuyla başlayarak, kavramın hukuki ve siyasi düşünce geleneğindeki yerini Schmittyen bir analiz ile saptamaya çalışıyorlar.
Söylem analizi yöntemi, belli dönemleri sınırlandırması veya belli metinlere yönelmesi açısından ilgi çeken bir inceleme biçimidir. Hazan Güler Sarı’nın makalesinde, milli irade kavramına yönelik bir söylem analizi yapıyor. Güler Sarı’nın “Siyasal Alanda Kavramsal Değişimin İzleri: Birinci Meclis ile İkinci Meclis Tutanakları Özelinde Bir Söylem Analizi” başlıklı makalesi konuyla ilgilenenlerin oldukça dikkatini çekecek bir çalışma olarak görülebilir. Bu zamana kadar Birinci ve İkinci Meclis hakkında hukuki, sosyolojik ya da iktisadi açıdan birçok inceleme yapıldığı açıktır. Ancak Güler Sarı, bunlardan farklı olarak ele aldığı dönemlerdeki milli irade kavramının dilsel yönden hermenötik çerçevede bir söylem analizini yapıyor. Yazar, Birinci ve İkinci Türkiye Büyük Millet Meclisi dönemlerinde milli irade kavramının hangi bağlamlarda kullanıldığı ve kavrama atfedilen değerler ile kavramla ilişkilendirilen hususların değişime uğrayıp uğramadığı sorularını cevaplamaya çalışıyor.
Fransız Devrimi, egemenlik kavramının dönüşümü açısından önemli tarihsel süreçlerden biridir. Çok milletli topluluklardan oluşan Osmanlı İmparatorluğu için ise bu devrimin yaydığı milliyetçilik akımlarının önlenmesi için alınan kararlar ve uygulanan politikalar İmparatorluğun selameti/devletin bekası açısından krizleri de beraberinde getirmiştir. Bu çerçevede “hâkimiyet-i milliye kavramının Osmanlı İmparatorluğundaki gelişiminin Türkiye Cumhuriyetinden daha öncesine dayandığını görürüz. Cemal Fedayi, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Hâkimiyet-i Milliye ve Demokrasi” adlı makalesinde önce İmparatorluk döneminde hâkimiyet-i milliyenin kavramını ortaya çıkaran tarihsel süreci analiz ediyor. Bu çalışma, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde yaşanan Sened-i İttifak, Tanzimat ve Islahat Fermanları, akabinde I. ve II. Meşrutiyet’in ilanı gibi gelişmelerin hâkimiyet-i milliye ve demokrasinin gelişimi üzerindeki etkilerine odaklanıyor. Fedayi, çok partili hayatın başlaması ve siyasi hayatta hâkimiyet-i milliye kavramının sıklıkla kullanılmaya başlanmasının 1908 sonrası döneme denk gelmekle birlikte, 1912’den itibaren demokrasisiz hâkimiyet-i milliye dönemi başladığını iddia ediyor. Yazara göre Millî Mücadele döneminde Ankara’da kurulan Meclis’te demokrasi ve hâkimiyet-i milliye anlayışıyla birlikte var olmuştur. 1925’ten itibaren CHP’nin öncülük ettiği tek parti yönetimi kurulması, 1946’da çok partili hayata geçilmesine rağmen günümüze kadar gelen süreç içerisinde demokratik bir kültürün oluşmasını engelleyen darbe ve darbe girişimlerinin yaşanması nedeniyle hâkimiyet-i milliye sürekli kesintiye uğradı ve vesayetçi düzen tahkim edildi. AK Parti’nin iktidara gelmesiyle gerileyen bu vesayetçi düzenin, 15 Temmuz darbe girişimine gösterilen halk tepkisiyle tamamen sona erdiğini söyleyen Fedayi, bu süreci tarihsel bir şekilde sunuyor.
Bu tarihsel yolculuğu Şükrü Mutlu Karakoç’un “Demokrasiyi Tartışmak: Türkiye’de Demokrasi Tartışmaları Üzerine Bir Dönemlendirme” başlıklı makalesi izliyor. Karakoç, bu makalesinde, siyasetin ve iktidar ilişkilerinin genel oy bağlamında kurumsal olarak merkezden çevreye doğru yayıldığı tespitinde bulunuyor. Yazara göre çok partili dönemle birlikte başlayan demokrasi ve demokratikleşme serüveni Türkiye siyaseti için kurumsal anlamda temel gündem başlıklarından biri haline gelmiştir. Bu bağlamda Karakoç, özellikle 1990 sonrası dönemde, ülkemizdeki demokratikleşme tartışmaları çerçevesinde siyaset ve iktidar alanının sivilleşmesi bağlamında tartışmasını sürdürmektedir.
Sayımızda dosya kapsamında yer verdiğimiz son makale ise Burak Çakırca’nın kaleminden çıktı. Çalışma, iktidar meselesinin farklı bir yüzünü, kültürel iktidarı konu alıyor. Burak Çakırca “Bir Egemenlik Meselesi Olarak Kültürel İktidar” makalesinde, kültürel iktidarın egemenliğe dair bir tehdit olup olmadığını sorgulamayı amaçlıyor. Çakırca’ya göre, kültürel iktidarı anlamak, meselenin iki boyutu olan kültür ve iktidar kavramlarına bakmayı zorunlu kılar. Çalışmada yazar kültürel iktidar kavramının tarihsel ve gündelik hayatta neye karşılık geldiği üzerinde duruyor.
Bildiğiniz gibi her sayımızda dosya konusu dışında makalelere ve kitap incelemelerine yer veriyoruz. Bu sayıda da Rabia Özkan’ın Lütfi Sunar tarafından yazılan Alexis de Tocqueville: Modern Çağın Çelişkileri Karşısında Bir Düşünür (Ketebe Yayınları, İstanbul, 2019) başlıklı kitabını değerlendirdi. Modern demokrasi teorisi açısından oldukça önem taşıyan Tocqueville üzerindeki araştırmaların sayısında son dönemde bir artış var. Sunar’ın bu çerçevede kaleme aldığı kitapla ilgili Özkan’ın değerlendirme yazısının yararlı olacağı düşüncesindeyiz.
Takdim bölümümüze Muhafazakâr Düşünce Dergisi’nin gelecek sayısıyla ilgili bir hatırlatma ile son vermekteyiz. Daha önce de duyurulduğu gibi bir sonraki sayının dosya konusu “Muhafazakârlık ve İktisat” olarak belirlendi. “Muhafazakâr iktisadi düşünce ve politikaları” odağa almak, ancak esasen iktisadi bağlamda uzun süreden beri Türkiye’de ihmal edilen iktisadi düşünce ve sistemlerini tartışmaya açmak bu sayıdaki temel amacımızdır. Bu vesileyle Muhafazakârlık ve İktisat sayımıza değerli katkılarınızı bekliyoruz.
Yeni sayılarımızda buluşmak dileğiyle…
Türkiye’nin yakın tarihini şekillendiren siyasi ve entelektüel şahsiyetler içerisinde Said Halim Paşa önemli ve özel ...
DetaylarŞair ve yazar olarak tanımlanan Sezai Karakoç 22 Ocak 1933 yılında Ergani ilçesi Diyarbakır doğumludur. Babası Yasin Bey olup 1. Dü...
DetaylarProf. Dr. Erol Güngör, Türk düşünce hayatının yirminci yüzyıldaki en etkili isimlerinden biridir. Bir akademisyen, ...
Detaylar